ÖNERİ KÖŞESİ ✨


GEÇTİĞİMİZ KIRK GÜN

     “Geçtiğimiz kırk gün, sorana sormayana seni anlattım. Dilimde gül bitti adını andıkça; kelimeler ağzımdan kuş olup uçtu, sustuğumda kanat çırptılar ağzımın içinde, tutamadım; ilk aralıktan uçtular, seni anlattılar. Bunun karşılığında, geçtiğimiz kırk gün, her gün bana aynı yalanı söylediler. Dediler ki sevdiğin ölünce kalbinde kırk mum yanar, her gün biri söner. Kırkıncı gün hepsi söner, biri bekler. O tek mum ebediyen yanar, acını o tek mum tutar. Ben buna inandım. Hayalimde otuz dokuz mum söndürdüm her gece üfleyerek içimdeki cılız nefeslerle. Göğsümdeki sızı hafifler, kalbim tekrar toplanır, ciğerime derin bir nefes girer diye kırk gün bekledim. Geçtiğimiz kırk gün, bugünü bekledim. Sabah uyandım, kendimi yokladım. Öğlen tekrar baktım. Kırkıncı ikindiyi beklerken kırkikindi yağmurları boşandı gözlerimden. Gecesini bekledim ve de gece yarısını. Hiçbir şey olmadı. Yalanınız batsın, dedim. İçimde tek mum kalacaktı hani; peki ne, bu yürekteki bin dönümlük orman yangını?




(YAŞAR, Şermin. 2018. Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu. İstanbul: Doğan Kitap.)




GÜNEŞİN ÖLÜMÜ

Güneşi öldürdüler; zavallı yiğit güneş!

Bu sabah nasıl dinçti, nasıl şendi, güzeldi!

Bağrında ta ezelden alev alev bir ateş

Göklerin ortasında ne pervasız yükseldi!

 

Şu sonsuz mavilikte var mıydı onun eşi?

Kim söndürebilirdi o muhteşem güneşi?

 

Parıldattıkça her an altından miğferini,

Tabiata serptikçe gözlerinin ferini

Kuşlar şakıyorlardı...

Irmaklar, çağlayanlar

Sevinçler, heyecanlar

Renk, renk akıyorlardı...

 

Gecenin çocukları, karanlığın piçleri

Kambur, sıska gölgeler, çekilerek içleri

İnlerde, kovuklarda hasedle yerindiler

Sinsi yılanlar gibi çöreklenip sindiler.

 

Bir zaman böyle geçti... Sonra fısıldaştılar;

Sindikleri yerlerden dışarıya taştılar.

Ve çapraşık yollardan, zenci akını gibi,

Hepsi batı yolunu tuttular teker teker...

 

Kuşların âhenginden,

Suların bin renginden

Doğan mâl-i hülyayı, veba salgını gibi

Güneşe gönderdiler.

Kızıl kordan gönlüme kara sevda verdiler...

 

Güneşin altun tacı tunçlaştı, bakırlaştı.

Dört yana fırlattığı mızraklar ağırlaştı...

Düşünme: (Neden böyle kesildim) diye güneş!

Ey toprağa bir günlük gelen hediye, güneş!

 

Okların, mızrakların işte bütün tükendi,

Ey saçları perişan efsane şehlevendi!

 

Böyle kolu, kanadı kırılınca güneşin

Alevi paslanınca ruhundaki ateşin

Dalgın dalgın bakarken

Sazlar ardında suya,

Gölgeler onu birden

Düşürdüler batıda kurdular pusuya...

 

Ne bitkin düştü eyvah, o yiğit güneş düştü!

Karanlığın piçleri üzerine üşüştü...

Göğsüne indirdiler kara hançerlerini

Öldürdüler göklerin en kahraman erini...

 

Ey güneş, ah, ey güneş!... Ey sevgili güneşim!

Büyük aşkım, ey benim karartılan ateşim!

Genç yaşında, alçakça, öldürülen kardeşim!

 

Yamaçtaki sürüden birkaç çelimsiz kuzu

Haykırıyor: (Ya bizi kimler kurban edecek!)

Rüzgârdan sinirlenen bir azgın kırçıl köpek

Duydukça her taraftan bir ağır kan kokusu

Görünmeden yaklaşan düşmanlara uluyor.

Cihana, benliğime bir facia doluyor.

 

Tanrım, şimdi yollar kan, sular kan, bulutlar kan...

Benim kanım, ey güneş senin bağrından akan!...

Yakutlar gibi, lavlar gibi dünyayı yakan!...

Ey güneş! Ah, ey benim bahtı kara kardeşim!

Bir tüvânâ genç iken öldürülen güneşim!


Enis Behiç KORYÜREK (11 Mart 1891 – 18 Ekim 1949)

Yorumlar

Popüler Yayınlar