ÖNERİ KÖŞESİ ✨
GEÇTİĞİMİZ
KIRK GÜN
“Geçtiğimiz kırk gün,
sorana sormayana seni anlattım. Dilimde gül bitti adını andıkça; kelimeler ağzımdan
kuş olup uçtu, sustuğumda kanat çırptılar ağzımın içinde, tutamadım; ilk
aralıktan uçtular, seni anlattılar. Bunun karşılığında, geçtiğimiz kırk gün,
her gün bana aynı yalanı söylediler. Dediler ki sevdiğin ölünce kalbinde kırk
mum yanar, her gün biri söner. Kırkıncı gün hepsi söner, biri bekler. O tek mum
ebediyen yanar, acını o tek mum tutar. Ben buna inandım. Hayalimde otuz dokuz
mum söndürdüm her gece üfleyerek içimdeki cılız nefeslerle. Göğsümdeki sızı
hafifler, kalbim tekrar toplanır, ciğerime derin bir nefes girer diye kırk gün
bekledim. Geçtiğimiz kırk gün, bugünü bekledim. Sabah uyandım, kendimi
yokladım. Öğlen tekrar baktım. Kırkıncı ikindiyi beklerken kırkikindi
yağmurları boşandı gözlerimden. Gecesini bekledim ve de gece yarısını. Hiçbir şey
olmadı. Yalanınız batsın, dedim. İçimde tek mum kalacaktı hani; peki ne, bu
yürekteki bin dönümlük orman yangını?
GÜNEŞİN
ÖLÜMÜ
Güneşi öldürdüler; zavallı yiğit güneş!
Bu sabah nasıl dinçti, nasıl şendi, güzeldi!
Bağrında ta ezelden alev alev bir ateş
Göklerin ortasında ne pervasız yükseldi!
Şu sonsuz mavilikte var mıydı onun eşi?
Kim söndürebilirdi o muhteşem güneşi?
Parıldattıkça her an altından miğferini,
Tabiata serptikçe gözlerinin ferini
Kuşlar şakıyorlardı...
Irmaklar, çağlayanlar
Sevinçler, heyecanlar
Renk, renk akıyorlardı...
Gecenin çocukları, karanlığın piçleri
Kambur, sıska gölgeler, çekilerek içleri
İnlerde, kovuklarda hasedle yerindiler
Sinsi yılanlar gibi çöreklenip sindiler.
Bir zaman böyle geçti... Sonra fısıldaştılar;
Sindikleri yerlerden dışarıya taştılar.
Ve çapraşık yollardan, zenci akını gibi,
Hepsi batı yolunu tuttular teker teker...
Kuşların âhenginden,
Suların bin renginden
Doğan mâl-i hülyayı, veba salgını gibi
Güneşe gönderdiler.
Kızıl kordan gönlüme kara sevda verdiler...
Güneşin altun tacı tunçlaştı, bakırlaştı.
Dört yana fırlattığı mızraklar ağırlaştı...
Düşünme: (Neden böyle kesildim) diye güneş!
Ey toprağa bir günlük gelen hediye, güneş!
Okların, mızrakların işte bütün tükendi,
Ey saçları perişan efsane şehlevendi!
Böyle kolu, kanadı kırılınca güneşin
Alevi paslanınca ruhundaki ateşin
Dalgın dalgın bakarken
Sazlar ardında suya,
Gölgeler onu birden
Düşürdüler batıda kurdular pusuya...
Ne bitkin düştü eyvah, o yiğit güneş düştü!
Karanlığın piçleri üzerine üşüştü...
Göğsüne indirdiler kara hançerlerini
Öldürdüler göklerin en kahraman erini...
Ey güneş, ah, ey güneş!... Ey sevgili güneşim!
Büyük aşkım, ey benim karartılan ateşim!
Genç yaşında, alçakça, öldürülen kardeşim!
Yamaçtaki sürüden birkaç çelimsiz kuzu
Haykırıyor: (Ya bizi kimler kurban edecek!)
Rüzgârdan sinirlenen bir azgın kırçıl köpek
Duydukça her taraftan bir ağır kan kokusu
Görünmeden yaklaşan düşmanlara uluyor.
Cihana, benliğime bir facia doluyor.
Tanrım, şimdi yollar kan, sular kan, bulutlar kan...
Benim kanım, ey güneş senin bağrından akan!...
Yakutlar gibi, lavlar gibi dünyayı yakan!...
Ey güneş! Ah, ey benim bahtı kara kardeşim!
Bir tüvânâ genç iken öldürülen güneşim!
Enis Behiç
KORYÜREK (11 Mart 1891 – 18 Ekim 1949)
Yorumlar
Yorum Gönder