Gamze KARAKUZU - Hüzün Tefsiri

Gamze KARAKUZU

 HÜZÜN TEFSİRİ

     Köyde evimizin duvarında asılı duran çeşit çeşit takvimlerle dedem ne yapacak diye düşünürdüm hep. Odanın bir duvarında farklı yıllardan kalma bir sürü takvim... Bazılarının rengi sobanın isiyle atmış, bazılarının üzerinde camii, traktör, bin bir renkli manzara resimleri...

      Köy yerlerinde çok olur; böyle bazen üzerinde ayet, hadis yazdığı için duvar aralarına sokuşturulmuş takvim yaprakları vardır. Eğer tevafuk eseri bir oyukta rast gelmişsek neler neler öğrenebiliriz o kâğıt parçalarından. Belki de içimizde bir yerde açılmış o yaranın şifasıyla dahi karşılaşabiliriz.

     Acaba dedem günler geçerken takvim yapraklarını bir bir koparırken zamanı elinde hissetmek için mi bu kadar takvimi asmıştı duvara?  Mamafih aynaya baksa birbirine selam edip duran dallanmış kırışıklıklarından da anlayabilirdi zamanın nasıl geçtiğini. O vakit şaire “ Ne içindeyim zamanın ne büsbütün dışında “ dizesini yazdıran neydi? İzafiyet mi? Yoksa her insanın gönlünde perçinlenmiş duran, gecelere müptela eyleyen, bazen çayın hakkını verebilecek kimse olmadığında, çayı yalnızlığa demlettirdiğimiz anlarda yanımıza yoldaş, şarkıları şarkı şiirleri şiir yapan,  mutluluğun mihmandarı “ Hüzün “ müydü tüm bunlara sebep?

     Bir ikindi vakti yüzüme vuran güneşin sıcaklığındaydı anlamı, her okşadığımda parmak uçlarıma sinen fesleğenimin kokusunda sırlanmıştı varlığı. İnsan ki âlem içinde âlemlerin derc edildiği bir mahlûkken, her dem ruhuyla bedeni arasındaki savaşın ortasında cenk ederken tanımlaması en zor duygulardan biriydi hüzün. Belki de  “ Yalnızlığın diğer bir adıdır ” demek daha makbuldür.  O hüzün ki hazan yapraklarına yazılırdı sonbaharda. Gecenin en koyu olduğu demlerde hüznünün ağırlığı sürme gibi çekilirdi insanın gözüne. Damla damla akardı gönüllere. Hüzün güzel bir şeydi aslında. İnsanın bir derdi olduğunu anlatırdı satır başlarında. Derdin mahiyeti, yönü nereye kaimse insan o tarafa meylederek değişmeye başlardı. Ve her yalnızlığında biraz daha O’nu arardı.

 

 

                                   “ Baharında eylülü yaşayan kuşcağız,

                                      Kalbini hüzünle dağladın mı hiç?”           

 

 

     Hüzne eylül kadar sonbahar kadar yakışan başka bir mevsim yoktur yeryüzünde. Sanki hüznün ruhu sonbaharda eylülün girişiyle beraber ete kemiğe bürünür ve bir bağbozumu şarkısı mırıldanır etrafta.

     Sonbaharla beraber bu dünya da misafir olduğumuzu hatırlatır bize. Tekrardan dirilmek için ölmek gerekliliğini.... Yazın yemyeşil yaprağa çiçeğe dursa da ağaçlar onlarında bir mevsim geldiğinde içindeki melalleri ortaya döktüğünü gösterir tıpkı insanlar gibi.

     Kibre gerek kalmadığını anlatır toprağa düşen her yaprak adedince. Topraktan çıkan her bir yaprak yine toprağa döner vakti gelince, kuşlar bambaşka memleketlere uçar. Peki ya insan? Daha nerenin yerlisi olduğunu dahi bilmeden, içindeki gurbet özlemini nerede arar?

      Hüzün yakar. İnsanı kâmil etmek adına içindeki o boşluğa sığdırabilecek en güzel şeyin özlemiyle doldurur ve bir ömrü şah damarından daha yakın bir Sevgiliyi aramakla geçirir insan.

     O’nu bulmak adına kâinatı okur ve her okuyuşunda hüznün kardeşi umudu çeker ciğerlerine. Her şeyin bir nedeni vardır bu evrende. Mutluluğu anlamak için hüzün gereklidir. Hakiki hüzünle hemhal olmak içinse umudu hiç bırakmamak... Musibetler de sabır edip umudu hiç söndürmeyen ayetlerle müjdeli o insanlardan olabilmektir gaye.

     Hayat hüznü dahi umutlu, mutlu yaşadığımızda hayattır. Ruhunu rahat bırakmalı insan, yüzmeyi öğrenmeli. Saksıya sığdıramadığı o çiçeğine bakmak için yavaşlamayı bilmeli. “Çizgileri dallanmış çehreler ve altın rengi yüzükleri el ile bütünleşmiş” teyzeleri gördüğünde gönlüne oturan o garip duyguyu sahiplenmeli. “İnsan içindeki yabancının musallatı olan o evhamı” biraz köşeye çekmeli ve nasıl bir uzaklıktan geleceğini bilmediği o mucizeyi her dem umutla beklemeli.

Yorumlar

Popüler Yayınlar