Yasin TATAR

YÜK

-Torununa çocuğuna, torununa çocuğuna…  Her yaşta…

     Kelimeler gittikçe daha bir tökezleyerek ve özensiz çıkıyordu dişlerinin arasından. Avlunun çıkışındaki yerini aldığında sala okunmamıştı henüz. Vakit kazanmak için erkenden düşmüştü yollara. Mescide giren, çıkan kim varsa kaçırmamak için dikkatle izliyordu. Eskiden Cuma’ya yakın saatlerde gelerek boynundan sarkan kolisiyle abdest alanların ve avluda sohbete dalanların etrafında hevesle gezinirdi. O zamanlar bu satış işlerinde pek de başarılı sayılmazdı. Ama en azından şimdi ki gibi saçlarını virüs gibi saran aklar yoktu, ayrıca gücü de yerinde sayılırdı. Hatta elindekileri musalla taşına bırakıp cemaate katıldığı bile olurdu. Ama artık yetişemiyordu, selam verir vermez çil yavrusu gibi dağılan cemaate. Ardı ardına zemine düşen kunduraların sesleri arasında kalabalığı yarıp yerini alamıyordu. Bugün de talihi pek yaver gitmemişti. Duaya dahi katılmadan çıkan bir iki kişinin ardından, genciyle, yaşlısıyla katlanarak aktı kalabalık, çıkışa doğru. Göğsüne dayadığı koliden üç düdük çıkarıp birini telaşla ağzına götürdü. Diğerleri titrek parmaklarının arasında birbirine çarpıp çınlarken kimsenin oralı olmadığını fark etti. Çocuklara laf dinletmek daha kolaydı, zaman mevhumları yoktu ne de olsa. Ama onlar da pek azdı. Olanlarsa ellerine yapıştıkları büyüklerinin gölgesinde, aynı boş gözlerle ilgisizce izliyorlardı onu. ‘’Bir umut” deyip aralarına karışmaya çalıştıysa da eline vurup ‘’çınlatma şunu be’’ diye terslemişlerdi.  Kısa sürede avlu boşaldı. Topluluk ardında korkudan uçuşup duran bir güvercin ailesi ve taze patlamış bir nasırın acısını bırakıp gitti. Satıcı yüzünde nasırın sıkıntısı, tökezleyerek çıkışa yürüdü. İki yanından gül dallarına bağlanmış, sabit çift kanatlı kapıyı geçip caddeye çıktı.  Dükkânlar iki taraftan düzenli bir şekilde sıralanmış, gidiyordu. Pantolonunun cebinde kabarık duran hazneye yandaki çeşmeden su ilave etti. Artık düdük çınlarken altındaki boşluktan köpük de çıkartıyordu. Kaldırım avluya göre daha sakindi. Gelip geçenlerin çoğu kravatlı, çantalı beyler olmasına karşın pek aceleci değillerdi işlerinde. Daha bir ağırdan alıyorlardı ve anlaşılan onları bekleyenleri pek önemsemiyorlardı. Ama esnaf takımı öyle mi, müşterinin gölgesi bile onları yarış atına çevirmeye yeterdi. Gerçi bırak yarışı tarlaya sürülür hali yoktu ya. Ama az buz demeden bu seyyar dalgasının ardını kovalıyordu. Ama ağırdan alsalar da kalabalık gene başına bela olmuştu. Kime laf yetiştireceğini şaşırdı. Kâh ağzındaki zamazingoyu öttürüyor, kâh çıkarıp telaşla tanıtmaya çalışıyor. Birinin duyduğunu diğerine ulaştıramıyor. Cüzdanlar, siyah Bond çantaların içinde hareketsiz bekliyor. Ortada sadece kendini yırtan manasız bir gürültü kalıyordu. Adam can sıkıntısıyla, ağzından çıkardığı oyuncağı, kolidekilerle karışmasın diye ön cebine sokuşturdu. Bir aralık gözü yolun karşısındaki şapkacının tezgâhına takıldı. Kendisi bitkin ve terli olmasına karşın diğerinin yüzünde hiçbir telaş ve kaygı sezilmiyordu. Etrafını saran kalabalık da cabasıydı. Karşıya geçmeyi düşündüyse de yolu ikiye bölen uzunca bariyer dikkatini çekti. Cam bariyer, yandan gümüş kelepçeler ile sabitlenmiş aşılmaz bir hisar gibi yükseliyordu. Geçen ki kaza aklına geldi birdenbire. Özellikle cami esnafının çok tuttuğu bir yerel gazete bu olayla ilgili haftalarca yazı dizisi yayınlamıştı. İşi ‘’halkın tepkisizliği bırakıp dava açması’’ konusuna getirince belediyeyi hayli zora sokmuşlardı. Sandığından yuvarlanan boya kutusu, kırılıp, akan kanını siyaha boyamıştı, çocuğun. Çevresini saran kalabalığı aşamasa da gazetenin manşetinden hatırlıyordu bu görüntüyü. Yukarıdan dolanıp üst geçidi çıkmaya cesaret edemiyordu. Koliyi tutan ip sıcaktan ensesine gömülmüştü zaten. Ayrıca her an fırsatı kaçırabilirdi. Müşteriydi neticede yaklaşan ısrarcı bir satıcı gördüler mi tavşan gibi dağılıp giderlerdi. Artık reddetmekten bile sıkılmıştı insanlar. Sağ ayağını indirip kaldırımdan, yaklaşan işçi servisine dikti gözlerini. Bariyere daha yakındı sonuçta. Bir koşu sıçrasa bariyerin üstünden öteki tarafa geçebilirdi. Birden geriye, hızla indiği yere sıçradı. Öyle ya ‘’Öteki taraf’’a geçmenin daha ucuz yolları vardı. Şoför yarı açık camdan hala yanmakta olan izmariti fırlatıverdi suratına. ‘’Senin’’ dedi, ‘’Ananı, Avratını.’’  Sülaleyi de sokuşturuverdi araya saniyeler içinde. Dolmuşçu değil mi sonuçta? Eli kalbinin hizasına ön cebinde duran kabarıklığa uzandı.  Alttan giydiği kalın içlikten, kalbinin vuruşunu hissediyordu. İçindeki korku, koca göbeğini hırsla tekmeleyip duruyordu. Çeşmenin yuvarlak, dantel gibi kıvrımlı yalağı ilişti gözüne. Eğer oturmakla vakit geçirecek olursa kaygıları daha da uzayıp aşılmaz olacaktı. Sıcağı sıcağına tekrar indi kaldırımdan. Kurşuni anten saplandığı arabanın tavanıyla yokuşun başından ağır ağır yükseliyorken, sıçrayıverdi birden. Kirli tırnakları kavradığı çubuğun baskısıyla bükülüp etini sızlatıyordu. Bir ayağı parmakları üstünde gerilmiş, diğeri iki bariyer arasında sabit durmaya çalışıyor. Fakat koli, cama dayandığı yerden, onu iten gövdenin etkisiyle eğiliyordu. Ama adam sağlam bir nefes alıp var gücüyle yükseldiğinde olan oldu. Yırtık köşesi aşağıya bakan koli, sıçrayan göbeğin üstünden birer ikişer taşıdıklarını dökmeye başladı. Yuvarlanma korkusuyla kalakaldığı yerde, gelip geçen arabaların fırlattığı rüzgâr, terden sırılsıklam sırtını üşütüyordu. Dönüş yolundan gelen diğerleri ise dağılan sermayesini acımadan çiğniyorlardı. Ortalık hafiflediğinde düdüklerin tuzla buz olmuş enkazına, renk renk kırıntılara baktı bir an. Başını çubuğun oval tepesine yaslayıp, bacaklarını kasıklarına doğru büzdü. Kıçını yükseltip bacak arasını uzaklaştırdığı camdan bir anda aşağı devirdi kendini. Bu seferde kolu bükülü verdi omzunun gerisinden. Keskin bir acıyla ovuşturdu, zamanın döve döve iyice yumuşattığı sarkmış pazularını. Parçalar iyice yapışmıştı zemine tozlu lastiklerin altında, yedirilmişti adeta. Göz mineleri ıslandığında, yaşlar, hangi yarıktan ineceklerini bilemeyip kalakaldılar. Artık daha sakindi. Ne arabalar, ne karşı tezgâhı görünmez kılan kalabalık. Kaldırıma ulaştığında ilk iş hızla çekip kopardı artık, hafiflemiş koliyi boynundan. Avuçlarını ensesinde gezdirip silmeye çalıştı ipin izini. Altı günlük sakalları, örttüğü kızarıklıkla, sanki olası bir patlamayı haber verir gibi dimdikti. Acımasızca gıdıklıyorlardı sinirlerini. Tırnaklarını çenesinin altından tenine ulaştırıp didiklemeye başladı. Kene koparır gibi, bit patlatır gibi, hırsla… Sonra avuçlarındaki tek sermayesine baktı öfkeyle. Tam düdüğün ucunu başparmağıyla eziyordu ki yere attığı biberonunun üstünde tepinen çocuğu fark etti. Gözleri, ağlayıp çığlık atmaktan yumuk yumuk olmasına rağmen parmağıyla doğru istikameti işaret ediyordu. Adamın gevşemiş avuçlarının tam ortasında serili duruyordu hedef. Dizleri sızladığı için çökemedi. Aynı boya gelmek için belini hafif aşağı doğrultup başını okşadı çocuğun. Çocuk dudaklarının tam ortasına yerleştirdiği düdüğe var gücüyle üflüyordu. Ama nafile…

-  Su koy altına su! Öttüremezsin yoksa.

     Aldırmadı. Çünkü çocuk, o sırada caddenin en yanık havasını çalmakla meşguldü.       

 

Yorumlar

Popüler Yayınlar