Sinem
SONSOY
(Cemre Dergisi 2017, sayı:45)
GÖNLÜME
DOKUNMA!
Bir
dil olarak Türkçe, içinde onca şeyi barındıran, üzerinde birçok kültürel
unsurun aktarımını yapan ve yapmaya devam edecek bir manevi güçtür. Bu manevi
gücü ölümcül bir ağ gibi saran ve kendimizden olana uzaklaştıran bir unsur
vardır ki o da yabancı kelimelerdir!
Yabancı
kelimeler bizim hayatımıza bu denli nasıl girdi? Bu konuyu en doğru şekilde
tarihi altyapıya bakarak anlayabiliriz. Türkler atlı göçebe yaşam sürerken bu
denli yabancı dillerin etkisi içinde değildi. Bunun en güzel kanıtını ise su
gibi akıp giden bengü taşlarda görebiliriz. Şu an dahi bir kelimenin harfini
attığımızda ya da değiştirdiğimizde günümüzde kullandığımız başka bir kelime
bize “Merhaba” der…
Örneğin:
Kelmek (gelmek), kitmek (gitmek), közge (göze) vb.
Bu dönemden sonra Türkleri
İslamiyet’in birleştiriciliği kucakladı ve işte bu nokta bizim büyük ölçüde
yabancı dillerin etkisine girdiğimiz nokta oldu. Türkler İslamiyet ile
tanıştıktan sonra Arapların ve İranlıların bu dini çoktan hayatlarında içselleştirdiklerini
gördüler ve bundan dolayı hem onların eserlerini anlamak hem de dini anlamak
adına Arapça ve Farsça öğrenmeye başladılar. Daha sonra Anadolu sahasında da bu
durum bizleri 13. yy. ve 14. yy. dönemlerine götürdü. Anadolu’da artan Türk
nüfusuna karşılık Türkçe edebi eserler yazma ihtiyacı karşımıza çıktı. Türk
nüfusunun artışı sonucunda Yunus Emre, Ahmet Fakih gibi sanatçılar Türkçe’nin
diğer diller karşısındaki etkisini güçlendirdi. Bunun içindir ki bu sahada dile
hizmet eden erenlere, dervişlere hürmetimiz sonsuz olmalıdır. Osmanlı döneminde ise bu üç dil eritme
potasına götürüldü. Beylikler döneminden
sonra Osmanlı saraylarında divan şairleri yetiştirilmeye başlandı. Bu dönemden
sonra yetişen nice şairde olan özgüven onların dilini onlardan daha iyi
kullandığımız gerçeğini bence en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Nevi’den
alınan şu beyitlere beraberce bir göz atalım:
“Fars’un erbab-ı nazmı görse üslubum benüm
Şair-i Rum’un olurdı Nev’iya hak-i deri”
Günümüz
Türkçesiyle:
Ey Nev’i,
İranlı şairler benim üslubumu görseler,
Osmanlı
şair(ler)inin ayaklarının toprağı olurlardı.”
Bu
özgüveni de gördükten sonra kendimizi Tanzimat döneminde buluruz. Bu dönem ile
Batı hayatımızın bir parçası olmuştur. Gerek sosyal hayat ile gerek ise dili
ile…
Geçen
sene gazeteler üzerinde yaptığım araştırmalar da yabancı dillerin etkisini
ortaya koyan en somut yapı olma özelliği göstermiştir. Öncelikle bu anlamda
incelediğim doktora tezleri inandırıcılığımı artırırken daha sonra kendi
gözlemlerim de farkında olmadan bizlerin hayatında yer edinmiş kelimeleri
gözler önüne serdi. Dilimizde yer alan yabancı kelimeler şu şekildedir:
Arapça: Cumhuriyet, halk,
devlet, hukuk, hürriyet, adalet, milliyet, vatan, şehit, akıl,
aile, ahlak…
Fransızca: Laik,
sosyal, çevik, bürokrasi, televizyon, radyo, terör, abajur…
Farsça: Zengin,
aferin, bahçe, bülbül, can, canan, abdest…
İtalyanca: Politika,
gazete, alaturka, banka, çapa, çimento, fabrika…
İngilizce: Bot,
cips, futbol, hostes, e-mail, kariyer, lobi, linç…
Rumca: Avlu,
bezelye, domates, fener, zoka, çerez…
Almanca: Dekan,
filinta, kuruş, otopark, şalter, vokal, panzer…
Korece: Tekvando…
Arnavutça: Plaçka…
Bu
kelimelerden sonra hayatımızın her yerinde olan iş yerlerine de göz atmamız
gerekir. Bunu en güzel 2006 senesinde yapılan yarışmanın manşeti ile
anlatabiliriz:
Türk
Dil Kurumu (TDK) Başkanı Şükrü Haluk Akalın, Türkçeye karşı duyarlılık ve özen
gösterip, yabancı olan ismini Türkçe ile değiştiren şirket ve işyerlerine
törenle “onur ödülü” vermeye başlayacaklarını bildirdi.
Bu ödül
neden verilme gereksinimi duyuldu sorusu bence her şeyi anlatmaya yetecek güce
sahiptir…
Bu haberde
yapılan vurgulara sizler ile bir göz atalım:
Akalın,
şirketlere, firmalara, işyerlerine Türkçe ismi tercih etmeleri, yabancı olan
isimlerini Türkçe yapmaları için çağrıda bulunarak, şunları kaydetti:
“Türkçeye karşı duyarlılık ve özen gösterip,
yabancı olan ismini Türkçe ile değiştiren şirket ve işyerlerine törenle onur
ödülü vermeye başlayacağız. Onur ödülünün yanı sıra yayınlarımızdan
vereceğiz, özel olarak hazırlanan kalemlikleri takdim edeceğiz. En önemlisi de
kapısına, üzerinde 'Türkçeye karşı duyarlılık ve özen gösterip yabancı olan
adını Türkçe ile değiştiren (işyerinin adı yazılacak) TDK onur belgesiyle
ödüllendirilmiştir' yazılı şık bir levha asacağız. Böylece bu işyerinin önünden
her geçen, işyerinin Türkçeye verdiği önemi her an görebilecek.”
Bu
haberden de anlayacağımız gibi dilimize önemi ancak bu şekilde yarışmalar ve
farkındalık çalışmaları ile vurgulayabilmekteyiz. Bu acı tabloya haberin diğer
kısmı ile de bakalım.
“ İnsanlar, yabancı marka ürünlerin daha
kaliteli olduğunu düşünüp yabancı markalı ürünlere yöneliyor. Firmalar da bu
nedenle yabancı isim tercih ediyor. Bu da bizim değerlerimize sahip
çıkmadığımızı gösteriyor. Sadece dil açısından değil, bütün bu ekonomik
değerlere de sahip çıkmak adına Türkçe ad kullanımı konusunda duyarlı olunması
gerekiyor.
Aslında bu firmalar, yabancı isim
vererek Türkçe'nin dünya dili olmasını bir bakıma engellemiş oluyor. Bizim
firmalarımızın ürettiği ürünler yurtdışına açılıyor. Bunlar Türkçe ile değil de
yabancı isimli olunca o zaman bu ürünler bütün dünyaya yabancı adlarıyla
gidiyor, tanınıyor. Ekonomi ve sanayici dışa açılıyor ama Türkçe ile dışa
açılmamış oluyor.”
“YASAL BOŞLUK VAR”
Türk Dil Kurumu Başkanı Şükrü Haluk Akalın, “1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul
ve Tatbiki Hakkında Kanun”un işyeri tabelalarının dilinin Türkçe olmasını
öngördüğünü hatırlatarak, bu konuda yasal boşluk bulunduğunu bildirdi.
Akalın, şunları kaydetti:
“Bir kuruluş, Ticaret Sicil Gazetesi'nde şirketinin adını yayınlatmak için
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'na başvuruyor. Bakanlık, şirketin adının Türkçe
olup olmadığı konusunda tereddüde düşerse bize 'şirket böyle bir ad almak
istiyor, bu ad Türkçe mi değil mi' diye soruyor, biz de görüşümüzü
bildiriyoruz. Buraya kadar her şey güzel. Mesela ben 'Şükrü Haluk Akalın ve
Mahdumları Limited Şirketi' diye bir şirket kuruyorum. Ama tabelaya isim
yazmaya gelince yabancı bir isim kullanıyorum. Burada belediyelerin yetkili
olması gerekiyor. Çünkü işyeri açma belgesini belediye veriyor. Esas yasal
düzenlemeyi burada yapmak gerekiyor. Belediye işyeri adı Türkçe olmayınca izin
de vermemeli.”
Bu
habere tüm boyutları ile yer vermemin özel bir yeri vardı. Bunların başında da
dilimize yaptığımız işkencenin düzeltilmek adına nasıl çalışmalar ile hayata
geçirildiğini kanıtlamak ve insanların algısının ya da isteklerinin dilimizden
olmayanı getirip hayatımızın merkezine yerleştirmek konusundaki etkisi
kanıtlamak adınaydı.
Bu örnekleri maalesef ki her alanda
daha da artırıp sıralayabiliriz ama ben yazımı bir Türk dehası olan, kitaplara
sığmayacak bir isimin vurgusu ile sonlandırmak istiyorum. Bu isim Prof. Dr. Oktay
SİNANOĞLU!
Seneler
öncesinde yapmış olduğu konuşmasında dil ve kültür vurgusunu bir dostunun
sözleri ile anlatır. Bu sözler şunlardır: “Kültürün gitmiş ise her şeyin gitmiş
demektir.”
Bu
sözün altında yatan anlamın en somut örneği koşulsuz yok olan milletler ya da
yok olan ruhları ile yaşayan bir ölüyü andıran robotlaşmış milletlerdir.
Kendisinin yapmış olduğu dil ve kültür tanımı ise üzerinde onca eser yazılacak
türdendir.
“
Gönlü yüzdüren dildir. Toplumun diline de kültür deriz.” Bu tanımda hepinizin
dikkatini çekmek istediğim bir şey vardır ki o da gönüldür.
Sinanoğlu’nun
dediği gibi bizler yabancı dilde eğitime, yabancı dil öğrenmeye devam edelim
ama hiçbir Batı dilinde gönlün karşılığı yoktur! Çünkü onlarda ne gönül vardır
ne de insanlık…
“Kaybedeceğimizi kaybettik.” demek
Atatürk nesline asla yakışmayacak bir şeydir. En azından bizler üzerimizdeki bu
tozu temizleyip, ruh kokan, sevgi ile örülmüş gönlümüze, dilimize, kültürümüze
sahip olalım…
Gönlümüzün
sonsuza kadar bizimle var olması dileği ile…
Yorumlar
Yorum Gönder